Geleceğe endişeyle değil, güvenle bakmak isteyen İnşaat Mühendisleri, 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin 18. yıl dönümünde yazılı bir basın açıklaması yaparak, yapılması gerekenler ile ilgili yetkilileri uyardı.
“Deprem bir doğa olayıdır, afeti ise çoğu zaman insanlar yaratır! Bu nedenle afet kader değildir!” denilen açıklamada, “Ülke tarihinin en büyük ve sonuçları itibariyle en acı depremlerinden biri olan Marmara Depreminin üzerinden 18 yıl geçti. 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli Doğu Marmara depremi binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, milyarlarca liralık ekonomik kayıp ortaya çıkardı.
“DOĞA OLAYI OLARAK ÜLKEMİZİN GÜNDEMİNDE SADECE 17 AĞUSTOS DEPREMİ Mİ VAR?”
Bu yıl da, 17 Ağustos Depremi’nin yıldönümü nedeniyle bir kez daha depremi hatırlayacağız. Topraklarımızın büyük bir kısmının deprem tehlikesi altında bulunduğunu kısa bir süre sonra unutacağız. Oysa uzunca bir süredir Çanakkale, Manisa, Adıyaman ve İzmir ilimiz, son olarak ta Muğla ilimiz ve ilçeleri depremden nasibini aldı. 6.6 büyüklüğünde olan deprem aynı zamanda bir su hareketine (tusunamiye) neden oldu. Bodrum ve Datça’da yapılar hasar gördü. Deniz kıyısında bulunan tekne ve otomobiller üst üste yığılarak çalışamaz hale geldi. Can kaybı olmasa da panik ve korku ile koşuşan ve pencerelerden atlayarak yaralanan insanlar oldu.
Yine haziran ve temmuz aylarında Ankara ve İstanbul başta olmak üzere yurdumuzun birçok kentinde su taşkını ve sel baskınları oldu. Ülkemiz; deprem, sel ve su baskını ve taşkın gibi doğal olayları sıkça yaşıyor, yaşamaya da devam edecek. Kentleşme ve imar konularında yapılan “rant odaklı” uygulamalar doğal olan bir yağmur olayını afete dönüştürüyor.
Her zaman olduğu gibi bilim ve mühendislik dışı yapılaşma ve kentleşme anlayışı bir tarafa bırakılıp, dere yataklarının yapılaşmaya açılması ve yağan yağmur suyunu alacak toprağın kalmaması ve derin bodrum kazılarının yer altı drenaj sistemini bozması dikkate alınmıyor, yağan yağmur suçlu olarak ilan ediliyor” denildi.
KUZEY ANADOLU FAY HATTI VE ÜLKEMİZİN DEPREMSELLİĞİ
Açıklamada ayrıca; Kuzey Anadolu fay hattının dünyanın en tehlikeli faylarından biri olduğun ada dikkat çekildi. Bu hattın Bingöl’ün Karlıova ilçesinden başlayıp Marmara Denizi’ne uzanan, oradan da Yunanistan’a geçen bir fay hattı olduğuna dikkat çekilen açıklamada, “Bu fayın herhangi bir yerinde oluşan deprem, başka bir yeri, yeni bir depremle karşı karşıya bırakır. Bu nedenle 17 Ağustos Gölcük merkezli deprem, İstanbul’u deprem tehlikesi ile karşı karşıya bırakmıştır
1939 yılında Kuzey Anadolu fay hattının ürettiği ve 33.000 insanımızın ölümüne neden olan Erzincan Depremi, 1966 Varto, 1967 Adapazarı,1971 Bingöl, 1983 Erzurum Ilıca, 1992 Erzincan, 1995 Dinar, 1998 Adana,1999 Gölcük (Doğu Marmara) ve Düzce, 2003 Bingöl, 2011 Van depremi ülke topraklarımızın nerede ise tümü deprem tehlikesi altında bulunuyor. Yine 2017 yılında yaşamış olduğumuz Çanakkale, Manisa, Adıyaman, İzmir ve Bodrum yakınlarında ortaya çıkan deprem, ülke topraklarımızın sürekli olarak deprem tehlikesi altında bulunduğunu ortaya koyuyor.
“ÜLKE TOPRAKLARIMIZIN YÜZDE 92 DEPREM TEHLİKESİ ALTINDA”
Açıkçası ülke topraklarımızın yüzde 92 deprem tehlikesi altında; yüzde 66’sı ise birinci ve ikinci derecede tehlikeli deprem bölgesinde yer almaktadır. Nüfusu bir milyonun üzerinde bulunan 11 büyük kent ve ülke nüfusumuzun yüzde 70’i, deprem tehlikesi altında bulunuyor. Yine, büyük sanayi tesislerinin yüzde 75’i de deprem tehlikesi altındadır. Üstelik bu tesisler Doğu Marmara’da toplanmıştır.
Ülkemizin topraklarında 1900’lü yılların başından günümüze kadar otuza yakın büyük ölçekli deprem meydana gelmiş ve resmi kayıtlara göre 100 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, binlerce insanımız yaralanmış, binlerce yapı yerle bir olmuş veya önemli ölçüde hasar görmüştür. Ayrıca kırsal alanda değil de kentleşmiş alanda yaşamış olduğumuz bir depremdir.
17 AĞUSTOS 1999 GÖLCÜK MERKEZLİ DEPREM MİLAT OLSUN DEMİŞTİK! OLDU MU?
17 Ağustos 1999 tarihinde yaşamış olduğumuz Gölcük merkezli deprem, 1939 yılında yaşanan Erzincan depreminden sonra büyük ölçüde can kaybı yaratan bir depremdir. Yaklaşık olarak 20 bin insanımızı toprağa gömdük, binlerce insanımız yaralandı,300 binden fazla yapımızda yıkıldı veya hasar gördü. Yapıların yüzde 6’sı yıkıldı, yüzde 7’si ağır, yüzde 12’si de orta ölçekte hasar gördü. Açıkçası 17 Ağustos 1999 depremi, yüzde 25 mertebesinde yapı stokunun kullanılmaz hale gelmesine neden oldu.
Gölcük merkezli deprem kuzeyden güneye, doğudan batıya her aileye az veya çok ölçüde dokundu. Büyük bir ekonomik kayıp ortaya çıktı, binlerce insan evsiz ve işsiz kaldı. Kent merkezli ve büyük bir deprem olarak tarihe geçti. Bu nedenle biz; ‘17 Ağustos Depremi’ ülkemizin bir ‘MİLADI’ olsun diye tarihe not düştük.
Deprem bir doğa olayıdır. Bu gerçek kabul edilmeli fakat bilimin ve mühendisliğin gerekleri de yapılmalıdır.
Ülkemizi, kentlerimizi, yapılarımızı depreme karşı hazırlamanın üç temel yolu bulunmaktadır. İlki mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi, onarılması ve güçlendirilmesidir. İkincisi yeni yapılacak olan yapıları; bilimin, tekniğin ve mühendisliğin ortaya koyduğu ilkeleri yapı üretim sürecinin içine sokmaktır. Bu nedenle proje üretim sürecinden başlayarak yapı üretim sürecinin tüm evreleri sertifikalı mühendisler tarafından denetlenmelidir. Ayrıca ortaya çıkabilecek riski azaltmak için yapıların sigorta kapsamına alınması da deprem zararlarını azaltmanın bir yolu olarak söylenebilir.
Yaşamış olduğumuz orta büyüklükte bir depremde bile yapılarımızın hasar görmesi ve can kayıplarının ortaya çıkması yapı stokumuzun büyük bir risk taşıdığını önümüze seriyor. Ülkemizde yaklaşık olarak yirmi milyon mertebesin de yapı stoku bulunmaktadır. Fakat yapı envanteri ile ilgili olarak bütünlüklü bir çalışma ortaya konmamıştır” denildi.
KENTSEL DÖNÜŞÜM UYGULAMALARI NASIL YAPILIYOR?
Depreme karşı kentsel dönüyüm çağrısı da yapılan açıklamada son olarak şu ifadelere yer verildi; “Eskimiş, yıpranmış ve deprem güvenliği olmayan yapılı alanların yıkılıp yeniden yapılmasını sağlayacak 6306 sayılı ‘Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi’ adıyla, kısaca ‘Kentsel Dönüşüm’ denilen bir yasa ortaya kondu. Kentsel dönüşüm yoluyla yapı stokunun deprem güveliklerinin sağlanması tek çözüm yolu olarak uygulamaya sokuldu. Yapı stokunun onarım ve güçlendirilmesi yok sayılarak YIK-YAP anlayışı kurtuluş yolu olarak ifade edildi.
Depreme karşı yapı stokunun güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm uygulamaları, yeni sorun alanları yaratıyor. Kentin fiziksel eşikleri aşılıyor, demografik yapı bozuluyor. Yeni bir trafik ve alt yapı sorunu yaratılıyor.
Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar yıkılıp yeniden yapılıyor.
‘Riskli alan’, ‘riskli yapı’ belirlenmesindeki adaletsizlik, keyfilik ve hukuksuzluğun yol açtığı mağduriyetler ve hak kayıpları oluyor. Kentsel dönüşüm uygulamaları daha çok rantın yüksek olduğu yerler de yapılıyor.
Açıkçası kentlerimizin güvenli olmaması ve yapı stokunun riskli olması ‘yenilenme’ gibi bir konuyu da gündeme getiriyor.
Kentsel dönüşüm; sosyal adalet, sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele alınmalıdır.
MESLEK ODALARI VE SAĞLIKLI HİZMET ÜRETME SÜRECİ
Meslek Odalarının toplumsal yaşamda büyük bir öneme sahip olmaları göz ardı edilemez. Mesleki alanımıza ilişkin mevzuatta kabul edilemez köklü değişikliler yapılmıştır. Kamu yararı doğrultusunda çalışmalar yaparak meslektaşlar arası haksız rekabeti önlemek gibi bir görevi var. Meslek Odaları; üyelerinin denetlenmesini, sicillerinin tutulmasını, mesleki faaliyetlerini kayıt altına alarak etik ve ahlaka uygun bir hizmet yapmalarını sağlamak çabası içindedir. Oysa meslek Odası ile üyeler arasındaki bağın koparılması hizmet kalitesini oldukça düşürmüştür.
Mevzuat değişikliklerinin yapı üretim sürecini denetimsizliğe ve bilgisizliğe mahkum edecek hükümler içermesi, yapı üretim sürecini olumsuz olarak etkilemektedir. Bu durum ülkemize ve halkımıza oldukça pahalıya mal olmaktadır.
Marmara Depreminin 18. yılında bir kez daha hatırlatmak gereğini duyuyoruz; kent politikaları, yapılaşma; bilime, tekniğe ve akla uygun bir perspektifle, rant için değil, toplum yararı için yapılmalıdır.
“YAPILARIMIZIN ÖNEMLİ BİR KISMI KAÇAK”
Sonuç olarak; Ülkemiz toprakları büyük ölçüde deprem tehlikesi altında bulunuyor. Nerede ise her gün ülkemizin bir yerinde bir deprem yaşıyoruz. Yapılarımızın önemli bir kısmı kaçak ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiştir. 17 Ağustos Depremi yapılarımızın yüzde 25’ini oturulamaz duruma getirmiştir. Orta ölçekli depremler de bile yapılarımız hasar görüyor can kayıpları oluyor. Bilimin tekniğin ve mühendisliğin gerekleri yapılmıyor. Deprem yönetmelikleri uygulanmıyor, yapı denetim mekanizması işlemiyor.
Her yıl çok sayıda mühendislik diploması verilmesine rağmen kaliteli bir eğitim yapılmıyor. Oldukça fazla yüksek yapı yapılmasına rağmen bu yapılarla ilgili bir yönetmeliğimiz bile yok. Profesyonel mühendislik yaşamının düzenleyicisi olması gereken meslek Odalarının yetkileri giderek budanıyor. Ticari kaygı teknik kaygının önüne geçiyor. Bilgi ve beceriye dayalı yöneticilerin yerini şirket ve cemaat ilişkileri alıyor, liyakat yok sayılıyor. Üniversite, meslek odası ve endüstri arasında olması gereken işbirlikleri önemsenmiyor.
Bilimin, tekniğin ve insan yaşamının dikkate alındığı bir kentleşme ve yapılaşma yerine, kişi ve grup çıkarlarına dayalı bir yapılaşma anlayışı kentlerimizi yaşanmaz bir hale getiriyor. Ormanlar, ağaçlar, yeşil alanlar, su havzaları, park ve bahçeler yok edilerek kentlerde boş alan bırakılmıyor. Kentlerimiz, küresel iklim değişikliklerinin etkisi altına sokularak afetlere açık hale getiriliyor. Güvenli yapı ve yaşanabilir bir çevrenin yaratılması önceliklerimiz arasında yer almıyor.
Afet, bir doğa olayının kendisi değil doğurmuş olduğu sonuçlardır. Doğanın kendi kuralları her zaman işleyecektir. Önemli olan yaşanacak olayları afete dönüştürmeyecek yapıların üretilmesi ve sağlıklı bir çevrenin yaratılmasıdır.
Biz inşaat mühendisleri Odasının ve Odaya bağlı şubelerin yöneticileri olarak geleceğe endişeyle değil, güvenle bakmak istiyor ve bu isteğimizin her zaman arkasında olacağımızı kamuoyuna duyuruyoruz. Çünkü toplumsal duyarlılığımız, yaşamın kutsallığına olan inancımız, bilimsel ve mesleki gerçeklikler bunu gerektiriyor. Bunlar yapılmadığı takdirde sürekli olarak acı çekmeye devam edeceğiz”.