TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ ERKEKLERİ DE ÖZGÜRLEŞTİRİR
Toplumsal cinsiyet, kadın veya erkek olmayı belirleyen biyolojik cinsiyetten farklı olarak, tanımlanmış cinsiyet rollerinin, varoluş ve davranış biçimlerinin belirlenmesidir. Kadınlık ve erkekliğin inşa sürecidir. Toplumsal cinsiyet rolleri ağırlıklı olarak kadının aleyhinde koşullar yaratır. Erkeklere haklar, ayrıcalıklar hatta “iktidar” sağlasa da aslında bir “erkeklik” tanımlamakta ve tanımlanan bu “erkeklik”, erkeklerde büyük bir baskıya yol açmaktadır.
Ataerkil sistemde toplumsal cinsiyet pratikleri kadınlara olduğu kadar, erkeklere de dayatmalar uygulamaktadır. Bunlar, erkeklere sağlanan ayrıcalıkların/gücün karşılığı olarak, onlardan beklenen “güçlülük, sağlamlık, rekabetçilik, mücadelecilik, başarı ve kendisini kanıtlama” beklentisidir.
Çocukluktan itibaren “hanım evladı” olmaması beklenir erkeklerden. Atılgan, korkusuz olması, tüm koşulları kontrol altında tutması, eşinin ve çocuklarının sorumluğunu yüklenmesi, geçimini sağlaması, iyi bir işe ve gelire sahip olması, kendisi gibi mücadeleler içinde olan erkekleri geride bırakabilmesi, onlardan daha başarılı olması, yani daha çok “erkek” olması da beklenenler arasındadır. Erkekler oğul olarak, eş olarak, baba olarak duygularını kontrol altına alabilmeli, sevgisini ve korkusunu göstermemeli, kesinlikle ağlamamalıdır. Bu kadar çok ve kapsamlı gereklilikler ve bunların toplum tarafından sürekli denetlenmesi erkeklerin kendi duygularını ve benliğini yok edebilir. Kendisi olamaması, biçimlendirilmiş bir erkeğe dönüşmek zorunda kalması şiddet içerikli bir dilin ve davranışların oluşmasına neden olabilir.
Erkekliğin inşa süreci aslında pek çok travmatik olayla doludur. Bir düğün-dernek havasında yapılsa da sünnet, vatanseverlik/cesaret vb. kavramlarla anlamlandırılsa da askerlik, bir “iktidar-iktidarsızlık” alanı olarak tanımlanan ve sürekli kanıtlama temelli cinsellik, koşulları belirleyebilme olanağı olmamasına karşın, aile geçim, refah, güvenlik sorumluluğunun omuzlarına yüklenmesi gibi ne çok örnek bulunabilir.
Ekonomik kriz koşullarında işinden çıkarılan, bu durumu ailesi ile paylaşamayıp, sanki işine gidiyormuş gibi sabah evden çıkıp, işten dönüş saatinde evine geri gelen erkeklerin öyküleriyle gerek gerçek hayatta, gerekse filmlerde karşılaşmışızdır. Reha Erdem’in çok özgün filmlerinden birisi olan Korkuyorum Anne’de dile getirilmiştir askerlik ve sünnet korkusunu, “bir baltaya sap olamamış” lığın yarattığı derin travma. Sevgisini göstermenin bir zayıflık olarak algılanmaması için çocuklarının başını okşamamış babaları da tanımışızdır hepimiz. Sorunlarını tek başına çözmeye çalışan, başaramadığı zaman da suskunlaşan ve yalnızlaşan erkekler hepimizin yaşamında var olmuştur.
Tüm bunlara dayanarak, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının kadınlarla eş düzeyde olmasa da, erkekleri de olumsuz yönde etkilediğini söyleyebiliriz. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik çalışmalar erkeklik değerlerini de sorgulamalı ve dönüştürmeyi hedeflemelidir. Erkekler kendilerine ayrıcalıklar sağlayan ataerkil sistemin pratiklerinin kendi yaşamlarını da zorlaştırdığını, neredeyse “imkansızı” yaşamaya sevk ettiğini fark etmeli ve sorgulamalıdır.
Toplumsal eşitlik sağlamak amacıyla yürütülen çalışmaların kadınları daha özgür ve mutlu özgür kılacağını söyledik şimdiye kadar. Ama şimdi, kadınlar kadar erkekleri de özgürleştireceğini, kendilerini gerçekleştirmelerine olanak sağlayacağını; kendilerini ve birlikte yaşadığı insanları daha özgür kılacağını da mutlu edeceğini söyleyebiliriz.