“Minerva’nın baykuşu yalnız alacakaranlıkta uçar” böyle söylemiş Hegel. Minerva, Roma mitolojisinde bilgelik, akıl, savaş tanrıçası diye bilinir. Baykuşu ise her şey olup bittikten sonra çıkıp ona bilgi getiren rehberdir. Çünkü kimsenin görmediğini görür, bilmediğini bilir. Hegel Hukuk Felsefesi kitabının önsözünde bu metaforu kullanır. Bu metaforla tarihi olayların ancak yaşandıktan sonra anlaşabileceğinin altını çizmeye çalışır. Her şey olur, yaşanır. Bu yaşanmışlıklara bağlı olan düşünceler ise sonrasında oluşmaya başlar. O zaman anlamaya başlanır. Çünkü felsefe aynı zamanda var olanı anlama çabasıdır. Anlamak için de var olması, yaşanması gerekir.
Her gün bir şeyler yaşıyoruz. Belki her gün biraz daha karanlık olduğunu düşünüyoruz ağırlıklı olarak son zamanlarda. Bazen iyi bir şeyler oluyor tarih yazdık diyoruz. Bazen de çok kötü şeylere tanık oluyoruz tarih sizi affetmeyecek diyoruz, içimizi rahatlatmaya çalışırcasına. Yaşadığımız her şey bir tarih oluşturuyor mu? Bunun yanıtı tartışılır. Ama her bir birey kendi tarihini oluşturmuyor mu sorusuna daha açık bir yanıt vermek istiyoruz sanki. Çünkü hepimiz kendi tarihimizle ve her gün onu çoğaltarak duruyoruz hayatta bir yerde. Ve kendi tarihimizle anlaşılmayı bekliyoruz şüphesiz. Her şey daha karanlığa gittikçe kendi tarihimiz de buna ilintili olarak daha bir çekilmez birikiyor, daha bir sancılı devam ediyor. Tam da bu noktada karanlığı karanlık olarak kabul edip kanatlarımızı açmaya başlamak lazım her halde. Çünkü alacakaranlık olmasaydı Minerva’nın baykuşunun karanlıkta göreceği de bir şey olmazdı.
Sabah güneşin parlaması öncesindeki karanlıktan… Ve alacakaranlıklar da, sabahlar da, en karanlıklar da tarihe dahil. Şu an bir yerlerde bir şeyler yaşamaya devam ediyoruz. Karanlık zamanlarda göremeyen insanlık için Minerva’nın baykuşu kanatlarını açacaktır mutlaka. Çünkü biz umut tohumu ekmeye devam ediyoruz.