Kavafis’in “Başka bir şehir bulamazsın” dizesi kulaklarımdaydı Mersin’e geldiğimde. Doğup büyüdüğüm, eğitim alıp hayata atıldığım kentten ayrılıp Mersin’e yerleşirken peşimi bırakmıyordu bu hissiyat. Ancak nereden bilebilirdim bir mekanın da kent kültürünü yansıtabileceğini? Kente kent olma özelliğini veren şeylerden biri de farklı kimliklerden insanlarla temas edebilme olanağıdır. Ne şanslıyım ki bu özelliği haiz bir yerin doğumuna denk geldi benim Mersin maceramın başlangıcı. Bahsettiğim bu özel mekan Kültürhane! Karşılaşmalara ve temasa imkan veren etkinlikler düzenlemesi sayesinde kent kültürünü bünyesinde barındıran bu vaha, benim için bir ‘nefes alma alanı’ oldu.
Zamanla fark ettim ki illa başka bir şehir bulmaya gerek yokmuş, pek çok insanın da böyle rahat ve derin bir nefes almaya ihtiyacı varmış. Kentleri var eden şeylerden biri de kendileriyle özdeşleşen mekanlardır, yeni bir şehre gittiğinizde uğramanız gereken mekanlar listesini elinize almış olursunuz çoktan. Kültürhane ise bir mekandan daha fazlasını işaret ediyor, çünkü yalnızca oturup çay içilecek bir kafe veya kitapların arasında ders çalışılacak bir kütüphane değil. Temelde bu ikisini birden barındıran melez bir yapı ve etkinliklerle bunun çok daha ötesine geçen kültür boyutu… Kültür boyutu kültürel iktidar meselesi bakımından anlamlı iken anlatıların dahi melezleştiği bu çağda melez yapı da zamanın ruhunu yakalamak açısından değerli. Kütüphane ile ‘kafe’nin temelinde olan kahvehanenin karışımından bu hibrit oluşumu aşan bir mecra çıktı ortaya, sanki bir kimya deneyi: İki maddeyi atıp karıştırıyorsunuz, ortaya çıkan şey ise ikisinin toplamından da çok başka oluyor.
Bu çokluğu yaratan en önemli unsurlardan birinin umut olduğu kanısındayım. Toz pembe gözlüklerle etrafa bakan bir umut değil bu, hatta belki de “iyimser olmayan umut”. Öyle ya umutlu olmak için iyimser olmak şart değil! Atmosferin ortaya çıkardığı bu hal, her sabah kalkıp kayayı doruklara taşımamızın zeminini oluşturuyor. Sisyphos gibi lanetlendik sanki, zirveden aşağıya yuvarlanacağını bile bile yukarı taşımaya devam ediyoruz kayayı. Bunu vazgeçmeden, pes etmeden yapmamızı sağlayan şey ise dayanışma. Örülen dayanışma ağları sayesinde bıkmadan, usanmadan sırtlanıyoruz kayaları. Sihirli formüllere ihtiyaç yok, olup biten şey bu kadar sade aslında. Güzelliği sadelikte…
Başkasının sesine kulak kabartmayı da öğretiyor dayanışma, haksızlığa ses çıkartmak için mağdur olmanın gerekmediğini de. Belki de Çin bedduasına maruz kalmış gibi ‘tuhaf zamanlarda yaşayanlar’ın oldukları yerlerde yapabilecekleri en mühim şeylerden biri de bu. Başkasının sesine kulak kabartmak demişken, akla zamanında “Kapalı Gişe” belgeselini çekerek sinema sektörünün dağıtım-gösterim mekanizmasındaki tekelleşmeyi vurgulayıp yaklaşan tehlikeyi haber veren bağımsız sinemacıların sözlerini kulak ardı eden ‘büyük’ yapımcılar geliyor. Zira kendileri şu sıralar, bahsettiğim belgeselde belirtilen dağıtım-gösterim tekeline karşı bayrakları çekip isyana geçmiş durumdalar. Tuhaf zamanlarda yaşamamak için böyle durumlarda şu çok bilinen itirafı hatırlatmak gerekiyor. Hitler iktidarında yaşananları şöyle tarif eder Papaz Martin Niemöller: “önce sosyalistler için geldiler, ben sosyalist olmadığım için sesimi çıkarmadım. Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için sesimi çıkarmadım. Sonra yahudiler için geldiler, yahudi olmadığım için sesimi çıkarmadım. Sonra benim için geldiklerinde, benim için sesini yükseltecek kimse kalmamıştı.”
Hasılı kelam, gerçekleşen etkinliklerden birinde öğrendiğim Sarkis’in “Respiro” adlı işinde hatırlattığı gibi ‘nefes’ almayı unutmamalıyız yeni yılda. Bunun için de Emre Tansu Keten’in T24 Pazar’da yayımlanan ilk yazısında dikkat çektiği gibi mesafenin tamamen ortadan kalktığı ortamlarda (Twitter tartışmaları gibi) nezaketi bir değer olarak sahiplenmek gerek. Nazik olmakla beraber aynı zamanda Murat Sevinç’in Diken’deki yeni yıl yazısında hatırlattığı üzere sosyal medya ortamlarıyla aramıza mesafe koymak da bir seçenek. (Bir nevi ‘bana ne’ deme hali.) Bu tedbirler de nefes almak için yeterli olmazsa yine kendisinin önerdiği gibi işin sorgulamaya vardığı durumlarda ‘Sana ne’ demek ve hatta hocanın ifadesiyle “Size ne, işinize bakın şekerim” deyivermek gerek!